Atatürk
Atatürk

Bir Garip Retorik

Şüphesizdir ki insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik akıldır. İnsanın tüm yapıp etmelerinin temeli, varoluşunun kaynağıdır. Varlık, bir mana, bir düzen, bir denklem ise akıl onu kavrayabilecek yegâne unsurdur. Aklın en önemli özelliği ise kendi kendinin farkında olmasıdır. Kendini fark etmesi de çevreyi fark etmesine yol açmıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde akıl varoluşun tek şahididir. Özü itibariyle ise gizemli doğasından dolayı pek çok düşünür tarafından tanrı ile ilişkilendirilmiştir. Hatta Augustinius’un felsefesinde, insan aklında, memoria (düşünce ve bilmenin malzemelerinin bulunduğu bir depo) denen bölgede aklın tanrı ile sürekli karşı karşıya kaldığı iddiası yer alır. Ona göre bu özellik tanrı tarafından yalnızca insana verilmiştir. Gerçekten de akıl insanın tanrısal bir yanıdır. Orada yasak yoktur. İnsan özgürlüğün en ileri boyutunu ancak akılda gerçekleştirebilir. İsterse uçsuz vahalar yaratabilir, isterse engin denizlere dalabilir, isterse kanat takmadan göklerde uçabilir.

Bu hudutsuz görünen alanın tek sınırı vardır. O da kavramlardır. Sahip olduğu kavramlar kadar hayal edebilir insan ve kavramına sahip olmadığı bir şeyi asla tasavvur edemez. Kavramlar düşüncenin en önemli maddeleridir. Düşünce ise aklın en güzel meyvesi… Peki ya insanlar, aklın en gözde yetisi düşünmeyi kullanmaktan neden imtina ederler? Bu sanki insanlık tarihi boyunca hiç bitmemiş bir salgın hastalık gibidir. Bugün de “düşünmeyen kitleler” en çok şikâyet ettiğimiz şeylerden biri değil mi? Düşünmeyen kalabalıklar dünyada neleri altüst etmedi, hangi canilerin ekmeğine yağ sürmedi ki? Herakleitos “çoklar” diye adlandırır bu kitleyi, Nietzsche ise “sürü insanı” der. Fakat Sokrates ömrünü adamıştır düşünmeyenlere. Çünkü o düşünmeyenlerin düşüncesini doğurtmaya çalışan bir ebedir. Bu düşüncenin büyük ebesi yine de “çoklara” kurban gitmiştir. Baldıran zehrini kendi başına dikmiştir.

Bugünün sürü insanı da geçmiştekinden farksız. Nice Sokratesleri mahkûm ediyorlar. Ben-idrak duygusundan yoksun yaşayıp bir kez olsun “Neyim? Kimim? Neden buradayım? Bu gidiş nereye?” diye sormuyorlar. Her zaman vardılar ve gelecekte de olacaklar. Oysa her ne kadar düşünmemekle suçlasak da insanlığı aslında insan bilmeye programlanmış bir varlıktır. Bu yüzden “İnsan doğal olarak bilmeye iştah duyar.” diyor Aristoteles. Teknik açıdan bakıldığında insanın hiç bir şey düşünmemesi gerçekten mümkün değildir. Bu noktada bizim için önemli olan insanın düşüncesinin mahiyetidir. İçinde bulunduğumuz çağda düşünceyi tahakküm altına almak için uğraşan nice unsurlar varken, boş ve gereksiz fikirlerle doldurulmuş zaman, israf edilmiş düşünce eyleminden başka bir şey değildir.

Dünyamızda hâlâ Orta çağ dogmalarıyla iş gören, insanların beyinlerini süresiz kiralamaya çalışan cemaat/topluluklar, bunu modern yöntemlerle yapmaya çalışan dernek/siyasi örgüt gibi oluşumlar, toplumu zihinsel bir tecride maruz bırakıyorlar. Bir de özgür düşünce ve eşitlik çatısı altında iş gören toplulukları ekleyince, zihnin tahakkümünün, toplumun her kesimine yayıldığı görülüyor. Kitleler özgürlük kılıfı kullanılarak ve çeşitli yönlendirme araçlarıyla, onlardan yapılmasını isteneni yapmaktalar. Yapay ve sahte meselelerin zamanlarını hunharca katletmesine, aptalca üretilmiş gündemlerle düşünce faaliyetlerinin sınırlanmasına, ideolojilerin düşünme biçimlerine hücum etmesine müsaade ediyorlar. Üstelik bunu kendi hür iradeleriyle yapmaktalar… 

Bu manada bir özgürlüğü düşündükçe aklıma İhsan Fazlıoğlu’nun “Bir Özgürlük Masalı” adlı yazısında aktardığı hikâye geliyor. Hikâyeyi kısaca şöyle özetleyebilirim: “Diktatörlük ile yönetilen bir ülkede baskı o denli bir boyuta ulaşmış ki insanlar artık konuşamaz, evet-hayır dahi diyemez duruma gelmişler. Tüm işlerini kafa hareketleri ile yapar olmuşlar. Bu korkunç durumdan etkilenen bir matematikçi cesaretini toplayıp diktatör ile bu konu hakkında konuşmaya karar vermiş. Despotun karşısına çıkıp halkın durumunu anlatmış ve ondan özgürlük talep etmiş. Despot ise halkın yeterince özgür olduğunu iddia etmiş ve bunu isterse onun dilinde kanıtlayabileceğini söyleyerek, “Bence özgürlük şu eşitliğe eş değerdir” demiş: “? = 100”. Bu eşitliği yorumlamasını da matematikçiye ödev verip ulaştığı sonucu bizzat getirmesini istemiş. Matematikçi oradan ayrılıp denklemi yorumlamak için kafa yormaya başlamış. Geçen pek çok günün ve çözümlemenin ardından, bu denklemdeki asıl problemin eşitliğin kendisi olduğuna karar vermiş. Problemin yer aldığı kâğıda şu cümleleri yazmış: Doğrudur! Bir da­ire­de ça­pın sa­yı­sal de­ğe­ri ne ka­dar de­ği­şir­se de­ğiş­sin -ki bu öz­gür­lük­tür- çev­re ile ça­pın ora­nı, de­mek ki, π sa­yı­sı sa­bit’tir. Her gö­rüş’ün bir π sa­bi­ti var­dır; hiç­bir gö­rüş bun­dan aza­de de­ğil­dir. An­cak π sa­yı­sı, meş­ru­iye­ti­ni da­ire­nin ta­nı­mın­dan alır. Bu ta­nı­ma gö­re, bir nok­ta­ya eşit uzak­lık­ta­ki nok­ta­la­rın oluş­tur­du­ğu eğ­ri da­ire­dir. Do­la­yı­sıy­la bir dai­re çi­zi­lir­ken per­ge­lin bir aya­ğı bir nok­ta­ya (mer­kez) sa­bit­le­nir; di­ğer aya­ğı ise is­ten­di­ği ka­dar açı­lır, so­nuç π sa­yı­sı­nı ve­rir; böy­le­ce da­ire­nin var­lık şart­la­rı­nın do­ğur­du­ğu meş­rui­yet, π sa­yı­sı­na da meş­rui­yet sağ­lar.  So­nuç ola­rak, so­run eşit­lik ve eşit­li­ğin sol ta­ra­fın­da­ki iş­lem­ler ile sağ ta­ra­fın­da­ki sa­bi­te de­ğil; her bi­ri­ni müm­kün kı­lan var­lık şart­la­rı­nın meşruiyetidir. Sa­bi­te­ye/sa­bi­te­le­re meş­ru­iye­ti­ni ve­ren ne­dir? Bun­la­rı kim, ni­çin va­ze­der ya da bu hak­ka na­sıl ve ne­den sa­hip­tir­?”İhsan Fazlıoğlu ise buradaki meşruiyetin insana ait olduğunu söyleyerek denklemi “? = insan” olarak güncellemiştir.”

Bugün de pek çok birey, hikâyedeki gibi ellerine verilmiş yanlış bir denklemin çözümlemesini kendilerince yöntemlerle yapmaya çalışmaktalar. Değişkeni, her biri bir ideoloji/görüşü temsil edecek şekilde (“50 x  2”, “5(3×5+5)” hatta daha karmaşık bin bir işlem koyarak) düzenleyerek, denklemi sağlayacaklarını ve böylelikle özgürleşeceklerini sanmaktadırlar. Fakat hangi işlemi yaparsa yapsınlar eşitliği hep 100’e eşitlemek zorunda kaldıklarından, bir paradoksunun içine düşmekteler.  Denklemin sabitesini sorgulamak akıllarının ucuna dahi gelmemektedir. Oysa insanın varoluşundan bugüne onu aydınlığa çıkaran şey, düşünce kılıcını kuşanıp, beynini uyuşturan aptal yönlendirmelere, dogmalara, hakikati örten yanlış bilgilere saplamak değil midir? İdeolojilerle ve ucuz fikir akımlarıyla zihnin kirletilmesine karşın, insan aklının bu kokuşmuş düşmanlarını meydanlara çıkarıp teşhir etmenin vakti gelmemiş midir? Özgürce düşünebilmek için, yalnız kâr etmeye iman etmiş patronların, oy almak için girmediği kılık kalmayan siyasetçilerin, hak hukuk kılıfıyla hümanisti oynayan terör yardakçılarının, insan onurunu ve insanca yaşamayı önemsemeye başlamalarını mı bekleyeceğiz? Yoksa özgürlüğü, bir avuç petrol için insana dair ne varsa yıkıp geçen Dünyanın sözüm ona büyük demokrasilerinden mi öğreneceğiz? Bence onlara “istemem eksik olsun!” demeliyiz hatta bu yazıyı Cyrano de Bergerac’a kulak verip öyle bitirmeliyiz:

Fakat, şarkı söylemek, gülmek, dalmak hülyaya,
Yapayalnız, ama hür, seyahat etmek aya,
Gören gözü, çınlayan sesi olmak ve canı
İsteyince şapkayı ters giymek, karışanı
Olmamak. Bir hiç için ya kılıcına veya
Kalemine sarılmak ve ancak duya duya
Yazmak, sonra da gayet tevazula kendine:
Çocuğum! demek, bütün bunları hoş gör yine,
Hoş gör bu çiçekleri, hatta bu kuru dalı,
Bunlar yabanın değil, kendi bahçenin malı!
Varsın, küçücük olsun fütuhatın, fakat bil,
Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.
Ara hakkını hatta kendi nefsinden bile.
Velhasıl bir tufeyli sarmaşık zilletiyle
Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkamazsa yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına
Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına! 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz