Atatürk
Atatürk

Fobiden Maniaya: Bu Kez de İttihat ve Terakki

İttihat ve Terakki bir süredir Türk tarih okurunun ve “tarih dinleyicisinin”[1] en çok teveccüh gösterdiği konuların başında geliyor. Popülaritesi hızla artan her mesele gibi bu yönelişin de birtakım kökenleri mevcut. Esasında tarihî figürlerin o andaki siyasî ortama uydurulması çabalarına girişildiği her devirde İttihat-Terakki ile onun “mefhum-ı muhalifi” konumunda olan II. Abdülhamid’in dillendirildiğini görmek mümkün. Bu tavrın izini İttihatçı ileri gelenlerinin yurt dışına kaçışlarının (veya kaçamayışlarının, yani Malta’daki mecburî ikametlerinin) ardından yaratılan devr-i sâbık ortamından itibaren sürebiliriz. Fakat meselenin günümüzle daha yakından ilişkili tarafı Türkiye’de gazeteci tarihçilik denilen akademik heresinin doğuşuna tesadüf etmektedir. 

Özellikle İslâmcı ve/veya mukaddesatçı çevrelerin yayın organlarının -geçen yazıda değindiğim- Ottomanialarıyla ilişkili olarak girdikleri psikolojik durumun tanıklık etmekte olduğumuz İttihat-Terakki’ye yoğun yönelişin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığı kanaatindeyim. Zira değer verilen hemen her yapının yıkılışı bağlıları tarafından bir günâh keçisi, bir “dış faktör” bulunması gereksinimini doğurmuştur. Almanya gibi bir “şairler ve düşünürler ülkesi”nden, üstelik vatandaşlarının kâhir ekseriyetinin desteğiyle, tarihin gördüğü en kıyıcı antisemitik hareketin doğması İmparatorluk’un kaybedilmesi sürecinde yaşanan hezimete bağlı travmanın müsebbibi olarak Yahudilerin seçilmesinden kaynaklanmıştı. Zira bağlılarının düşüncesine göre Alman İmparatorluğu gibi görkemli bir yapı kendinden kaynaklanan bir sebepten ötürü Versailles gibi utanç verici bir antlaşmaya razı gelmiş olamazdı. Bu tavır bir bağlamda sakarlığından ötürü elindeki bardağı yere düşüren muhatabınızın sizi dikkatini dağıtmakla suçlamasına benzer. Öyle sanıyorum ki İslâmcı/mukaddesatçı gazeteci tarihçilik ekolü kutsadığı ve üç kıtaya hükmetmesini ontolojisine içkin hâle getirdiği Osmanlı’nın bir hezimete uğradığını kabullenmekte zorlanarak bu hikâyeye muhtemel sorumlular bulma çabasına giriştiğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni bir biçilmiş kaftan olarak gördü. 

Böylelikle 60’lı ve 70’li yıllarda özellikle sağ cenahta hayli yürürlükte olan bir İttihat ve Terakki portresine ulaşıldı. Bu portre özü itibariyle Cemiyet’in kendi iç dinamiklerinden habersiz ve tarihsel yöntemden yoksun gazeteci-tarihçiliğin bir ürünü olduğu için büyük ölçüde tutarsızdı. Fakat haddizatında salt tarihî bir portre olması amacıyla üretilmiş de değildi. Yaratılan İTC portresi güncel-politik meseleleri çağrıştırmak, daha doğrusu o meselelerin “tarihten alınacak ibretleri”nin kaynağını oluşturması adına inşa edilmişti. Bu portrenin aynı yıllardaki milliyetçi yayınlarda da kendisine yer bulduğu açıktır.[2] Zira ister İslâm’ın küresel çaptaki bir gücü olarak ve isterse Türk-İslâm medeniyetinin şahikası olarak tasavvur edilsin, Osmanlı’nın Sevrès gibi onur incitici bir antlaşma noktasına değin gerilemesinde İTC, “içerideki düşman” tesellisini sunmaya en elverişli tarihî yapılanma olarak görülmüştür. Zaten milliyetçiliğin mukaddesatçılıkla gitgide kesişmeye, hatta alaşımlaşmaya başladığı bu iki on yılda tarihî-siyasî algıların da süreç içerisinde benzeşmemesi tuhaf olurdu. O yıllarda kavi bir organizasyona sahip olmamakla beraber Cumhuriyet’in ilk yıllarında dile getirilen (altı oktan birisi olan) milliyetçilik anlayışına sahip kimselerin de İTC hakkındaki algıları devr-i sâbık yaratma psikolojisiyle üretilmiş anlatılar etrafında şekillenmişti.

Fakat bu portre yerinde saymadı. Neden sonra 60’lı ve 70’li yılların sağ gazetelerinde sıklıkla karşılaşılan bu İttihat-Terakki portresi tam zıddı yönde oluşturulan başka bir portreyle mücadeleye girişti. Bu şüphesiz İTC’nin iç dinamikleri hakkında yapılan kapsamlı çalışmaların aktardıkları bilgilerin popülerleşmesiyle, hap bilgiler hâlinde mübadele edilerek yaygınlığa ulaşmasıyla paralel seyreden bir süreçtir. İTC’nin Türk modernleşme tarihindeki önemi, Türkçülük cereyanının gelişimindeki yeri, hatta Osmanlıcılık ve İslâmcılık fikirleriyle arasındaki organik bağ keşfedildikçe ve bu keşiflerin bilinirlik düzeyi arttıkça İTC portreleri çoğaldı. Öyle ki kırılmış bir aynanın her bir parçasından yansıyan başka portreler imal edildi.[3] Kemâlizmin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki metinlerin etkisiyle kötülenen İTC portresinin karşısına modernleşmedeki ortaklıkları hatırına bir nevi seleflik konumunda muhafaza edilen başka bir İTC portresi çıkarıldı. Milliyetçi yayın organlarının ve bu yayın organlarının önde gelen kalemlerinin anlattığı menfi İttihat-Terakki anlatılarının yerini, Turancı, tek-merkezci, ulus-devletçi bir İTC anlatısı aldı. Hatta en olmaz sanılan şey de oldu ve İTC’nin içindeki İslâmcılardan ve Cemiyet’in merkeziyetçi tavrından hareketle, iktidara gelmeleriyle birlikte o güne değin protest yaklaştıkları devleti bir kült hâline dönüştüren kesim de Cemiyet hakkındaki portrelerini tashih ihtiyacı hissettiler.

Böylelikle mukaddesatçıların Âkif’ten iktibasen “üç beyinsiz kafa” diye anmaktan telezzüz ettikleri Enver-Talât-Cemal Paşalar haklarında TRT’de medh ü sena ile belgesel çekilen figürlere dönüştü. Milliyetçi yayınlarda “Enver’in yine hayal kurması ve doksan bin değil, gerekirse dokuz yüz bin kişinin ölmesi”[4] eksenindeki romantik satırlar yaygınlaştı. Kemâlist çizgi Enver hakkında Fâlih Rıfkı’ya atıf yapmaya[5] biraz ara vererek “onun bir gurûb ihtişamiyle battığı”ndan dem vurmaya başladılar. Anlaşılıyor ki güncel politik durumun değişkenliğiyle birlikte eski İttihat ve Terakki portresi bu üç grubun da işine yaramamaya başladı. Fakat eski portre tarihî gerçeklerin ne denli hilafına yaratılmışsa, bu sefer de dizginsiz bir hayranlık vücuda geldi. Düne kadar Alman İmparatorluğu’nun yıkılışında Yahudilere atfedilen muameleye reva görülen bu bitmiş-gitmiş siyasî parti, aniden “devlet aklının temeli” mertebelerine, “Türk modernleşmesinin doruk nokta”lığına, “yakın tarihimizin en büyük kahramanlık destan”lığına terfi ettirildi. Gün geçmiyor ki insan sosyal mecralarda İttihatçı olduklarından dem vuran gençlere rast gelmesin. Üstelik bu yeni İttihatçılar -ki İTC’nin tarihî gerçekliğine uygun düşen tek tarafları budur- İttihatçı olduklarını deklare etmek hariç hemen her konuda birbirlerine son derece zıt düşmekteler.

Değişenin ve İTC’nin abartılı yergiler yerine bu abartılı övgülere mâkes kılınmasını gerektiren yeni şartların ne olduğu, meselenin en önemli kısmını oluşturur. En başta akademik bilginin popülerleşme sürecinde uğradığı dönüşümleri saymak gerekir. Cemiyet’in vatan haini olmadığına yönelik çok basit, harcıâlem bir tespit bile kulaktan kulağa oyununu anımsatacak şekilde abartılı bir övgü hâlinde topluma varır. Cemiyet’in Türkî dünyayla bağlantı kurduğuna dair bir bilgi onların katıksız milliyetçiliklerinin şaşmaz bir delili olarak sokağa iner. Yine Cemiyet’in içinde İslâmcı tavra sahip kimselerle alakalı bir malumat, yahut Nuri Paşa’nın ordusunun isminin Kafkas İslâm Ordusu olduğunun bildirilmesi ağızdan ağıza nakledilirken nihayet İTC’yi İslâm’ın yılmaz müdafiiliği mertebesine eriştirir. Bir başka muhtemel itki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen figürlerinin Atatürk’le olan rekabetinin kullanıma açıklığıdır. Böylece Enver ya da Karabekir övgüsü, gücenik bir Atatürk yergisini dillendirmek için en tehlikesiz yollardan biri hâlini alır. İlâveten, gençlerin İTC’ye olan yoğun ilgisinde Cemiyet’in o yaş grubunu tatmin edecek ölçüde hararetli yapısının etkisini de zikretmek gerekir. Hayli hesaplı-kitaplı, askerî mücadele biter bitmez üniformalarını çıkarıp frak kuşanan Millî Mücadele önderlerinin yanında konu olduğu hemen her yazıda “mitralyözlere karşı yalın kılıçla at koşturması”ndan bahsedilen Enver, Sina Çölü’nü aşmaya çalışan Cemal, dünyanın muhtelif bölgelerinde gizli görevler yürütmekte olan Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri ya da Tehcir gibi hayli radikal bir karara imza atmış olan Talat vardır. Heyecandan hissesi olan bir gencin hangi tarafa yönseyeceği, hangi tarafta hararetine uygun düşen figürler bulacağı ortadadır. Bütün bunlara, diğerlerinin aksine fikrî temelli bir motivasyon olarak mevcut iktidarın özellikle 15 Temmuz travmasından sonra hızla artan devletçi tutumunu eklemek gerekir. Esasında içerisinde birçok farklı görüşten insanı, otonomi taraftarı azınlık temsilcilerini, ademimerkeziyetçileri barındıran Paris İttihad ve Terakkisinin 1908 devriminden sonraki muktedirleşme sürecinde geçirdiği dönüşümün[6] benzerini tecrübe eden günümüz iktidarı İTC’nin ikinci evresi hakkında portrenin güncellenmesine katkı sunmuştur. 

Her grubun farklı politik gündemlerle tashih ederek, daha doğrusu aslıyla alakasız bir restorasyon uygulayarak vücuda getirdiği bu yeni İttihat-Terakki portresinin bu şekilde yaşamaya devam edeceği de görülüyor. Zira bu devlet tapınısı içerisinde İTC’nin merkeziyetçi tavrı tarihteki bir yansıma olarak görülmeye oldukça elverişli.[7] Öte yandan hâlihazırdaki algının bir dizi ekonomik faydası da var. Enteresandır ki karpuz gibi ikiye bölünmüş fanatikliklere rağmen bütün siyasî partilerin üzerlerinde amblemleri olan eşyaları bedavaya dağıttığı Türkiye’de İttihat ve Terakki, bugün var olmamasına karşın kendisini temsil eden sembollerin bulunduğu nesneleri parası mukabilinde satabilen yegâne partidir. Eski, olumsuz portrenin aksine bu yeni ve olumlu İTC portresinin bir pazarı vardır. İTC amblemli posterler, broşürler, dergiler çıkacak, İTC liderleri telefon kılıflarının üstüne nakşedilecek, Teşkilât-ı Mahsusa simgeli yüzükler gümüşçü raflarında yerini alacaktır. Üstelik bu revize edilmiş portrenin ürünleri geçen sene Abdülhamid tuğralı kanvas tablo almış kişiye de satılabilir. Zira eski portreden yenisine geçmeye devam eden hatrı sayılır bir tüketici kitlesi de vardır. Dolayısıyla bu yeni portrenin eskisinden uzun ömürlü olacağı kesin gibidir, pazar çıkarını muhafaza edecektir. 

İttihat ve Terakki algısının dönüşümünü sağlayan daha pek çok gerekçe zikredilebilir ve bu dönüşümün yarattığı sonuçlar hakkında sözü uzatmak da mümkündür. Fakat esas mesele tarihin bir sosyal bilim olduğunun unutulmuş olmasıdır. Bu bilimle akademik düzeyde uğraşılabilir veya tarih bir hobi olarak okunabilir. Fakat kitap okumaya vakti olmadığı için “bilgiye aç” olmadıkları hükmüne kesinkes varabileceğimiz “tarih dinleyicisi” grubunun varlığı da göstermektedir ki Türkiye’de tarih geçmişin kaydından ibaret ve günün siyasî gündemiyle her nasılsa daima ilişki kurulabilen enteresan bir spekülasyon alanı olarak görülmektedir. Üstelik bu tanımıyla tarih medyadan yayıncılığa, küçük çaplı örgütlerden devlet kademelerine kadar yaygınlaştırılmaktadır. Dolayısıyla şu şartlarda İTC’nin portresi de dahil olmak üzere herhangi bir tarihî konunun genelgeçer, rasyonel, muhtasar bir özetinin toplum tarafından benimsenmesi mümkün görünmemektedir. Türk toplumu siyasetle dirsek temasındaki bir tarih bataklığına saplanmıştır ve geniş bir ağ biçiminde örgütlenmiş pek çok bileşen toplumun bu bataklıkta debelenmesini sürdürecek şekilde hareket etmektedir. Son tahlilde, İttihat ve Terakki ile ilgili hiç değilse ayakları yere basan bir portrenin yerleşmesi için yapılması gereken diğer bütün tarihî kişi, olay ve oluşum hakkındaki algıların rasyonalize edilmesi için yapılması gerekenle aynıdır. Provokatif olma pahasına değil, tam da provokatif olduğu için söylüyorum: Toplumun tarihsizleşmesi gerekmektedir. Pek tabiî ki bununla kültürel, millî, dinî aidiyetlerini şekillendiren tarih tasavvurundan mahrumiyeti değil fakat yukarıdaki cümlelerde bahsettiğim şekliyle “tarih”ten arındırılmasını kastediyorum. Zira tarih bir uzmanlık alanıdır ve ne tıp gibi bir bedeni olan herkesin ne de din gibi öte-dünyaya inanan her bir ferdin ister istemez kendisiyle meşgul olmasını gerektirecek bir yapıda değildir. Samimî bir merak hissini tarihle ilgilenmenin ön koşulu olarak yeniden ikame etmedikçe İTC başta olmamak üzere -çünkü niye başta olsun?- hiçbir tarihî algımızın düze çıkması mümkün değildir. 


[1] Türkiye’de tarih nedense çok hayatî olduğu düşünülen bir disiplindir. Her hayatî disiplin gibi o da “okumaya vakti olmayanlar” tarafından teveccüh görür. Dolayısıyla toplumun hayatî olduğuna kanaat getirdiği diğer disiplinler gibi -örneğin din ve tıp- onun da dinlemeye yönelik bir pazarı mevcuttur. Tarih dinleyicisi, tarihî bilgisini gazeteci-tarihçiliğinin bir yan ürünü olan meddah-tarihçi tarafından sunulan tarihî konulu vaazları ve tarihten alınacak dersleri içeren öyküleri dinleyerek edinir. Çünkü okumaya vakti yoktur ve tarihî bilgi edinmesi şarttır. 

[2] Güncel bir örnek olarak birkaç gün önce gündeme getirilen Türkeş’in İTC aleyhindeki konuşmasını zikretmek isterim. Yeni Tanin’de de Hakan Boz tarafından bu konuşmayla alakalı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Başbuğ Alparslan Türkeş: Algılar ve Olgular isminde güzel bir kritik yazıldı ki İTC hakkındaki milliyetçi tasavvurun dönüşümünü göstermesi bakımından ilgi çekici olduğu inancındayım.

[3] İnsanın Niyazî’nin beytini okuyacağı geliyor: “Kırıp bin pâre eden şîşe-i kalbi celâlindir / Yine her parçasından görünen rûy-i cemâlindir” Teşbihte sık sık hata olur fakat bunda olmamasını umarak: Eskiler bir celâl ile İTC portresinin aynasını kırdılar fakat her parçasından onlara -üstelik beşbenzemez tarafından- övgü kazandıran bir cemâl sureti yansıdı.

[4] Bu mısraın geçtiği şiirin münşii Volkan Ekiz ağabeye bâkî selâmlar.

[5] Malum a, Atay için Enver “pomadlı bir yüz derisinin kapladığı boş bir kafa”ydı..

[6] İbrahim Temo, Meşrûtiyet’in ikinci kez ilanını tebrik etmek için “cemiyetimiz” lafzını kullanınca Cemal Paşa -o sıralar “Bey”- kendisini ikaz etmişti. İhtilali yapan Paris’teki Jön Türklerin İTC’si değildi, bu cemiyet “Selânik ve Manastır” mahsûlüydü.  

[7] Yahya Kemâl, İTC iktidarını “en sıkı bir merkeziyetçiliği milletin kafasına tıkmak” ile itham etmişti. İttihat-Terakki iktidarı bunu bir “itham” olarak algılamayacağı cihetle doğru olduğu teslim edilmelidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz