Atatürk
Atatürk

Psikiyatriden İdealizme: Turancılığa Farklı Bir Yaklaşım

Fert ve Toplum olarak “İnsan”ın çift boyutlu olduğu bilinen bir şeydir. Bilinen bir şey olmasına karşın dönüp dolaşıp neredeyse hep aynı konulara takılıyorsak, bunun nedeni, insanın değişmiyor olmasıdır. Bu bölümün başlangıç cümlesinde Fert, Toplum ve İnsan sözcüklerini büyük harflerle başlatmamın da bir nedeni var. Fert ve Toplum ikisi beraberce İnsan’dır. İşte bunu vurgulamak niyetiyle üç sözcüğü büyük harflerle başlattım. Şimdi bu bölümde değineceğim her hususu hem Fert ve hem Toplum boyutunda algılayarak değerlendirmenizde fayda görüyorum. Kişi olarak ferdin yanı sıra boy/halk olarak fert şeklinde de değerlendiriniz. Şöyle ki: Türkmenleri bir fert, Özbekleri bir başka fert, Uygurları bir diğer fertmiş gibi farz edersek, Türklüğü de her birini içine alan bir toplum sayarsak, bu bölümde değineceğimiz hususlar daha fazla açıklık kazanacaktır.

Maddeciliğin insan davranışlarını bütünüyle çıkarcılığa dayalı görmesi insanlığın kendi türüne özgü değerini sanki alçaltmaktadır. Erich Fromm ne diyor bir bakalım: “Birçok insanlar herhangi bir şeyi yapmaya bir dış kuvvet tarafından açıkça zorlanmış olmadıkça kendi kararlarını kendilerinin verdiğini ve bir şeyi arzu ettikleri zaman da bunu gerçekten kendilerinin istemiş olduğunu sanırlar. Fakat bu kendimizle ilgili en büyük yanılgılardan biridir. Kararlarımızın birçoğunu aslında biz vermiyoruz, bunlar bize dışarıdan telkin ediliyor; kararı bizim verdiğimize kendi kendimizi ikna etmeyi başarıyoruz, oysa gerçekte yalnızlık korkusu ve doğrudan doğruya hayatımızı, hürriyetimizi ve rahatımızı ilgilendiren tehlikeler yüzünden, başkalarının bizden beklemiş oldukları şeylere göre hareket ediyoruz.”[1]

Erich Fromm’un bu saptamaları bence kesinkes doğrudur. Fakat madalyonun yalnızca tek yüzüne bakarsak kesinkes doğru görünür. Nitekim insanlığa haksızlık emekten kaçınan Erich Fromm içtenlik (samimiyet) olgusundan da söz açmaktadır. İçtenliğin peşi sıra biz buraya insaflı olmayı da ekleyelim. Doğru bildiğini söylemeyen muhakkak ki dilsiz şeytan konumundadır. Yine de mesele bununla sınırlı kalmıyor. Toplum ve Devlet (yani töre ve otorite) karşısında tek kişinin gücü bulunmuyor. Bir meselede törenin veya otoritenin haksız düştüğünü varsayalım. Tek tek kişiler gerçek anlamda birleşmedikleri müddetçe töreye ve otoriteye karşı başarılı olamazlar. İşte bu durumda; yalnızlık korkusu ve doğrudan doğruya hayatımızı, hürriyetimizi ve rahatımızı ilgilendiren tehlikeler yüzünden, başkalarının bizden beklemiş oldukları şeylere göre hareket etmemiz tam anlamıyla ikiyüzlülük sayılamaz. Aksi takdirde töre ya da otorite o tek başına kalan kişiyi yek hamlede harcar. Bu itibarla da Erich Fromm’un herkesten bir Don Kişot’luk taslamasını beklemeye hakkı yoktur. Psikolojik çözümleme yapacağız derken insan-hayat gerçeğini ihmâl edemeyiz veya insan-hayat gerçeğine tek yönlü yaklaşamayız.

Kararlarımızın birçoğunun bize dışarıdan telkin ediliyor olması durumuna gelince: Bunun böyle olması da gayet doğaldır. Çünkü her birimiz aynı anda hem siyasetçi, hem hekim, hem sanatçı, hem bilim adamı, hem düşünür olamıyoruz. Hepsini birden olamadığımız için de her mesele karşısında fert olarak kendimiz çözüm üretemiyoruz. Aynı anda hepsini birden olabilseydik toplumsal işbölümüne gerek kalmayabilirdi. Bunu basitçe düşünelim: Kalp ameliyatı olmamız gerektiğine yönelik kararımızı özgür irademizle kendi başımıza verdiğimizi söyleyebilir miyiz? Hemen herkes ameliyat masasına yatmaktan, bedenini kestirip biçtirmekten kaçınır. Ameliyat kararını çoğu zaman dışarıdan telkinle alıyoruz. Hekim ve ailemiz bizi buna zorluyor, bizi ikna ediyor, ameliyat olmamız gerektiği telkininde bulunuyor. Demokratik toplumlarda bizler birer seçmeniz. Hükümet dış politikada kararlar alır. Biz bu kararları beğenmeyebiliriz. Hükümet oy kaybetmemek için dış politikada aldığı kararların gerekli olduğu yönünde biz seçmenlere telkinde bulunur. İşin aslı astarı şudur ki bizler ne derece kültürlü olursak olalım dış politikadaki her meseleye aklımız ermez. Şayet ki ben hükümetin ekonomik kararlarına dur diyeceksem ekonomiyi çok iyi bilen biri olmalıyımdır. Ekonomi bilmeksizin körü körüne muhalefet edersem ülkemin çıkarlarına zarar vermiş olurum. Şu halde kendi yetersizliğimi telâfi edecek bir unsura muhtacımdır. İşte bu unsur seçmeni olduğum muhalefet partisidir. Muhalefet partisi beni tavlamak istiyorsa iktidar partisine karşı çıktığı hususlarda beni ikna etmelidir. Kendi kararlarımızı kendimiz vermek isteriz elbette ama hangi konularda kendi kararlarımızı kendimizin vermesine yetecek kadar ehil ve donanımlıyız? Her vatandaşın hem mülkiye, hem tıbbiye, hem harbiye, hem hukuk fakültesi mezunu olmasını mı bekleyeceğiz? İşte benim buradaki yüzeysel ama pratik bakış açım Erich Fromm’un yukarıdaki saptamalarını çürütmeye yetecektir. Tabii ki diğer taraftan baktığımızda çürütmeye yetecektir. Çünkü insan sadece samimi değildir, aynı zamanda çıkarcıdır da.

Turan ülküsünü ele alalım: Bu ülkü bana dışarıdan telkin edilmiştir. Çocukken bilmiyordum. Kitaplardan ve hayat kavgasının içinden Turan diye bir ülkünün var olduğunu öğrendim. Turan ülküsünü kendi dışımdan öğrenmiş olmam Turan ülküsünü değersiz kılar mı? Hüseyinzade Ali Bey’in bana rehberlik etmiş olması niçin meşru değildir? Her şeyi kendim düşünüp bulamam. Bununla birlikte Turan ülküsüne aklım yatmıştır ve benimsemişimdir. Demek ki bir şeyi (Turan ülküsünü) arzu ettiğimde ve benimsediğimde bunu gerçekten kendim istemişimdir. Yine çünkü, Türkiye’deki her vatandaşım Turan ülküsünü benimsemiyor. Bazı vatandaşlar bu ülküyü hayalî, zararlı ve gereksiz buluyor. Bu ülküyü reddedenler bu reddediş kararını kendi iradeleriyle alıyorlarsa, şu halde benimseme kararımı kendim alıyorum demektir. Bu ülküyü reddedenler bu ülküyü reddediş kararlarını dışarıdan (akıl hocalarının telkinleriyle) alıyorlarsa şu halde kendi kararlarını kendileri vermemiş olmuyorlar mı?

Maddeci pencereden bakarsak Turan millî çıkarcılıktır denebilir. Gelgelelim nice insan bu uğurda malını ve canını zorunlu değil gönüllü feda ediyor. En zor kabullendiğimiz hayat gerçeği olan ölümden bile ülkü uğrunda kaçmıyorsak bunu beyinlerimizin yıkanmışlığına mı bağlayacağız? Richard Dawkins buna koşullanmış olmak diyor. Koşullanmış insanlar kendilerini somut olmayan kutsallıklar için feda etmeye hazırdırlar.[2] Anthony Smith ise milliyet uğrunda ölme dürtüsünü izah etmenin hiç de kolay olmadığını söylüyor: “Ayırt edici ‘öz’ ve farklılık olarak ‘kimlik’, pek çok insanın bulması gerektiğini hissettiği, yaratmayı ve sürdürmeyi amaçladığı, hatta uğruna ölebildiği bir şeydir.”[3] Kimi düşünürlere göre milliyet seküler inanç olarak halk dinidir. Herkes meseleye farklı bakıyor, farklı yorumluyor. Richard Dawkins somut olmayan idealler uğrunda ölümü göze almayı psikolojik evrimle açıklıyor ve akılcılık ne diyorsa o doğrudur demeye getirerek kendince son noktayı koyuyor. Richard Dawkins gibi düşünmeyenler de kendi pencerelerinden bakarak son noktayı koyuyorlar. Dürüstçe ifade edersek bizim son noktamız Turan’ın gerçekleşmesidir.

Takiyettin Mengüşoğlu insan hayatında ‘yüksek değerler’ ve ‘araç değerler’ olmak üzere iki değer bulunduğunu söylüyor. Yüksek değerlere ideal (ülkü) diyoruz. Araç değerler ise çıkarlarımızı gözetmemizdir. Turan bizim için yüksek değerdir. Turan gerçekleştiğinde edineceğimiz kimi kişisel menfaatlerse araç değerlerdir. Mengüşoğlu maddeciliğin yüksek değerleri tanımayışını eleştiriyor: “Saf materyalist bir görüş, ancak çok ilkel ve geri kalmış insan topluluklarının bireylerinde ve bu bireylerin hayatlarında önemli bir rol oynayabilir. Örneğin her ne pahasına olursa olsun zengin olmak, iktidarda kalmak v.b. gibi. Fakat bu gibi durumlar ve çağlar gelip geçicidirler. Herhangi yüksek bir değere dayanmayan maddesel değerler er geç yıkılmak zorundadırlar. İnsan hayatı uzun zaman sadece maddesel değerler tarafından yönetilmez; insanın er geç hayatına, eylemlerine bir anlam vermesi gerekir. Çünkü maddesel değerler alanı, insanların birbiriyle çatıştığı, çarpıştığı, didiştiği bir alandır. Bu çatışmalar, er geç bu maddesel değerlerin temelini sarsarlar. Üstelik belli ellerde toplanan maddesel değerlerin sosyal bir adalete dayanan bir görüş tarafından düzenlenmesini gerçekleştirecek çabalar belirmeye başlar.”[4]

Alıntılarımız uzunca oluyor ama konumuzun –tam olmasa da– iyi kötü açıklığa kavuşması bakımından alıntıları uzunca ve sık tutuyoruz. Bölüm başında İnsan’ı Fert ve Toplum olarak düşünmeyi önermiştik. Turan gerçekleştiğinde hem maddî hem manevî kazançlarımız olacaktır. Kazanç sözcüğünü burada değer anlamında kullanıyorum. Maddî kazançlar araç ise, manevî değerler de ülküdür. Maddî ve manevî kazançlarımız hem kişiseldir hem millîdir. Kişiseli boy/halk olarak düşünürsek Türkmenler, Özbekler, Uygurlar v.b. ayrı ayrı kazançlı çıkacakları gibi Türkler büyük millet halinde topluca da kazançlı çıkacaklardır. Buradan da kötü dünya dengelerinin iyileştirilmesine yönelik Turan Barışı yolunda bütün insanlık için yürünecektir. Bizim inancımız budur. Bizim bu inancımıza katılmayanlar tabii ki karşıt hamlelerle direneceklerdir. Hayat kavgadır. Hayatın kavga olduğunu Richard Dawkins ile Charles Darwin de seçilim-ayıklama kuramıyla zaten itiraf ediyorlar.

İnsanı tek boyutlu mekanik bir varlık gibi görmek veya göstermekle insanlık barışına güya akılcı ve ilmî yollardan katkı sağlanacağı düşüncesi bir safsatadır. Erich Fromm’un şu sözleri bu bağlamda mânidardır: “Orijinal düşünme, duyma ve isteme fiillerinin yerini sahte fiillerin alması, eninde sonunda sahte benliğin orijinal benliğin yerini almasına sebep olur. Orijinal benlik, ruhî faaliyetlerin kaynağını teşkil eden benliktir. Sahte benlik ise, aslında, bir insanın oynaması beklenen rolü temsil eden, fakat bunu benliğin adına yapan bir temsilcidir.”[5]

Psikanalizin bu türden saptamaları –insan denen varlığın riyakârlığa açık bulunması bakımından– bir yönüyle doğru olmakla birlike, insanı sadece kendi çıkarını düşünen aşağılık bir varlık konumuna çekme sakıncasını da barındırmaktadır. Somut bir misal olarak, Türk dünyasının önemli şahsiyetlerinden Abdürreşit İbrahim’in ülkücü faaliyetlerini salt çıkarcı bir bakışla değerlendiremeyiz: “Abdürreşit İbrahim 1892’de Ufa’ya kadı olarak atandığında kaleme aldığı, Liva-ül Hamd adlı risalesinde, Rus baskısı altındaki Türk boylarına seslenerek, onları Türkiye’ye göç etmeye teşvik etti. (Rus işgali altındaki Türk yurtlarını göçe teşvik yoluyla Türksüz bırakmak gibisinden bir hedef gütmemiş olan Abdürreşit İbrahim’in maksadı neydi? Onun bu çalışmalarının amacı Türklerin dinlerini serbestçe yaşayabilmeleridir.) Caner Arabacı’ya göre, bu teşviğin bir amacı daha vardı: Bu dönemde büyük tehditlerle karşı karşıya kalan Anadolu’nun kimlikli insan unsurunu arttırarak korunmasını sağlamaktı.”[6]

İşte bu “Abdürreşit İbrahim örneği” insan benliğinin yalnızca çıkarcı bir olgu olmadığını tek başına göstermeye yetecektir. Abdürreşit İbrahim’in kendi anavatanı dışındaki bir başka Türk yurdunun istikbâli için kaygıya kapılmasını orijinal benlik, sahte benlik, insanın oynaması beklenen rol gibi ruhbilimsel yaklaşımlarla açıklamaya kalkışırsak o insanı tek boyutlu mekanik bir varlığa indirgeme tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Abdürreşit İbrahim sadece kendisinin ve kendi ailesinin çıkarını düşünmekle yetinebilir, güvenli bir ülkeye göç ederek Rus tehdidinden kolayca sıyrılabilirdi. Fakat o böyle yapmak yerine hem İdil-Ural bölgesi Türklerinin hem de Türkiye Türklerinin istikbâlini düşünerek kendi yaşamını tehlikeye sürüklemekten kaçınmamıştır. Onun bu fedakârca gayretlerini ne orijinal benliğe ne de orijinal benliğin yerini almış sahte benliğe tam sığdıramayız. Bu itibarla psikanalizin de tenkit süzgecinden geçirilmesi gerekmektedir. Nitekim, Thomas Szasz adlı psikiyatri profesörünün yazmış olduğu en meşhur kitabının ismi şöyledir: “Yalanlar Bilimi Psikiyatri…” Thomas Szasz bir psikiyatri profesörü olmasına karşın, ona göre psikiyatri sahte bilimdir.[7]

Bu satırların yazarı olarak ben psikiyatriyi fazlasıyla önemsiyorum. Psikanalizin de psikiyatrinin de sahte bilim olduğunu asla düşünmüyorum. Önerdiğim şey, bu bilimlerin gözden geçirilmeleridir. “Orijinal düşünme, duyma ve isteme fiillerinin yerini sahte fiillerin alması, eninde sonunda sahte benliğin orijinal benliğin yerini almasına sebep olur.” yargısı nereye kadar doğrudur ya da nereye kadar bilimsel yaklaşımdır? Abdürreşit İbrahim’in Turancı tutumundaki sahteliği veya samimiyeti nasıl ölçeceğiz? Onun her davranışında bir çıkarcılık, bir sahte benlik, bir rol aramaya mı kalkacağız? Yahut da onun orijinal benliğini hangi mikroskobun altında görebileceğiz? Sanıyorum ki Thomas Szasz adlı psikiyatri profesörünün sahte bilim suçlamasında bir parça doğruluk bulunmaktadır.

[1] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 208, TUR Yayınları, Ankara 1972

[2] Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, sayfa 165-206, Kuzey Yayınları, İstanbul 2019

[3] Anthony Smith, Etno-Sembolizm ve Milliyetçilik, sayfa 173, Alfa Araştırma, İstanbul 2017

[4] Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, sayfa 199, Remzi Kitabevi, İstanbul 2008

[5] Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış, sayfa 213

[6] Japonya Seyyahı Abdürreşit İbrahim’in İzinde (Editör: A. Merthan Dündar), sayfa 157, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2020

[7] Özgün adı: “The Science of Lies Psychiatry” Türkçeye Aylak Kitap Yayınevi tarafından kazandırılıp birinci baskısı Mayıs 2013’te yapılmıştır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz