Atatürk
Atatürk

Romanda Kurgu

Gerçeklik içinde gerçeklik

Kitap yayımlamanın zorluğu ortadan kalktığında, kişilerin yazma cesaretinin arttığını görüyoruz. Genelde bu cesaret roman türünde kendini gösteriyor. Sebebi ise çok açık biçimde karşımızda duruyor. Her insan gün içerisinde çeşitli olaylar yaşamakta veya yaşayanlarla karşılaşmaktadır. Bu olaylar, kişi için önem arz ediyorsa başka kişilere de anlatılması gerekir diye düşünülüyor ve önce sözlü biçimde sonra da cesaretlenerek/cesaretlendirilerek yazılı biçimde anlatma yolu seçiliyor. 

Hâlbuki roman yazmak bambaşka bir eylemdir. 

Roman canlı bir organizmadır; pek çok unsurun oluşturduğu yaşayan bir bütündür. Romanın birbiriyle orantılı her parçasında öteki parçalara benzeyen bir şey vardır.[1] Roman, ayrı bir dünyaya açılan kapı değil, bizzat dünyanın kendisidir. Olaylarıyla, karakterleriyle, diyaloglarıyla, üslubuyla ve daha birçok etmeniyle her roman başlı başına bir dünyadır. Peki insanoğlu, hem uydusu koordinatları vs. olan dünyada hem de roman dünyasında aynı anda yaşayabilir mi? Pekala yaşayabilir. Çünkü romanın dünyası, diğer bildiğimiz dünyayla bağlarını devam ettirir. Bir bakıma gerçek dünyanın yansımasıdır diyebiliriz. Fakat bu yansımadaki en büyük farklılık, dil ve kurgu farklılığıdır. Konuları birbirlerine benzerlik gösteren romanların ayrıldıkları nokta, dil hususudur. Kurgu ise dil ile birlikte romanları özgün hale getiren en önemli etkendir. 

Romanda kurgu başlığını açacak olursak…

André Malraux’un sözünü hatırlayalım: “Her roman aslında bir otobiyografidir.”

Anlatıcıların hemen hepsi yola, kendilerinden çıkar. Kendinden kasıt, tek bir kişi değildir. Birey olarak kendisi, yaşadığı ailesi, bulunduğu muhiti, mensubu olduğu toplumu, vatandaşı olduğu ülkeyi, ülkesinin bulunduğu kıtayı, kıtaların konumlandığı dünyayı ve hatta dünya üstü yerleri kastettiğimiz açık net anlaşılmalıdır. Şurası bir gerçektir ki, hemen hemen bütün büyük yazarlar, işe başlarken “ilahi” anlatıcının sağladığı büyüklük vehminden gıdalanmış ve bu psikolojinin verdiği güvenle işe başlamışlardır.[2] İçinde bulunduğu eşsiz, sistemli oluşumdan etkilenip, kendi imkânlarıyla benzer bir oluşum için çabalamak bu açıdan bakılınca doğal görünmekte. 

Peki, benzer bir oluşum için sadece olay yani vaka yeterli midir?

Vaka, romanın hayata dönük yüzü, romanın vitrinidir. Vaka uydurulmaz, hayattan ödünç alınır[3] sözünden hareketle diyebiliriz ki; vaka romanın olmazsa olmazıdır ve daima hayatın tam ortasından itinayla seçilip alınır. Okurların yaşadığı yahut yaşaması muhtemel olayların tercihi ve işlenmesi, romanın başarıya kavuşması için itekleyici bir güçtür. George Eliot’un olduğunu düşündüğüm şu sözü de ekleyeyim: “Hiçbir özel hayat kendinden daha geniş bir kamusal hayatın etkisinden muaf değildir.” Ayrıca bu noktada Umberto Eco da diyor ki: “Aslında yazarın tek görevi, gerçek dünyayı kendi yaratısının artalanı olarak sunmak değil, gerçek dünyanın okurun olasılıkla bilmediği yönleri hakkında da okura sürekli bilgi vermektir.[4] Bence yazarın tek bir görevi yoktur. Birçok görevi vardır ve tüm bunları kuvvetli bir sistem kurabilirse yürütebilir. Bu kuvvetli sistem de şüphesiz ki kurgudur.

Bir romancının bahsi geçen sistemi yanlış kurması neticesinde işlediği olaylar Tomaşevski’nin tespiti gibi ancak “olaylar tutanağına” dönüşebilir.[5] Sistemi doğru kurmasıyla da romancı, okurlarını anlattığı dünyaya her sayfada çekiverir. Bir şiirin yahut roman açılışı aynı zamanda bir tür sessizlikten doğar gibidir çünkü kendinden önce var olmayan kurgusal bir dünyanın kapılarını açar.[6]           

Masada oturuyorum, kâğıdın üzerinde gıcırdayan kalemin sesini dinliyorum. Duruyorum. Kalemi hokkaya batırıyorum, elimi ağır ağır soldan sağa oynatırken, siyah şekillerin oluşmasını seyrediyorum. Kâğıdın kenarına geliyorum ve başa dönüyorum ve şekiller silikleşmeye başlayınca kalemi yeniden hokkaya batırıyorum. Sayfanın sonuna gelene değin böyle gidiyor. Her işaret topluluğu bir sözcüğü belirtiyor ve her sözcük, kafamdaki bir sesin karşılığı oluyor ve her yeni sözcüğü yazışımda, dudaklarım sessiz kalsa da, kendi sesimin çıkardığı sesi duyuyorum.[7]

Yazmak ile bağ kurmuş bir insanın, Paul Auster’e ait bu pasajı beğenmesi kuvvetle muhtemeldir. Yazmak eylemi çok yalın ve hoş biçimde ifade edilmiştir. Bir hikâye okunuyormuş hissi de uyandırır. Evet, güzel bir pasaj fakat roman yazmak sadece bu değildir. Roman yazmak; masada oturup, kalemini hokkaya batırıp dans ettirerek mürekkeple sonsuzluğa iz bırakmak değildir sadece. Mühim olan Auster’in de yaptığı gibi bu pasajın hizmet edeceği, sağlam, noksansız, kusursuz kurguyu hazırlamaktır. 

Kurgu, gerçek malzemelerden farklı bir gerçeklik içinde bir yapı oluşturularak yapılan temsili bir gerçekliktir.[8]Gerçeklik içinde gerçeklik anlamına da gelen kurgu, sınırlarını yazarının belirlediği bir dünyanın oluşumunda olmazsa olmazdır. “Olaylar tutanağı” olması istenmeyen bir romanda, olaylar arasındaki bağın sağlam kurulması, okura gerçeklik hissini tattırması şarttır.

Bizler, yaşadığımız olaylarda nasıl ki sebep sonuç ilişkisi kurmaya çalışıyor ve olaya dâhil olan kişileri veya olmayan kişileri merak edip öğrenmek istiyorsak, okur da romanı okurken aynı merak ve öğrenme duygusunu taşır. Gerçeklik içinde gerçeklik kuralının temeli budur.

Edebi anlamda kurgu dünyası, kurgusal bir gerçekliği temsil eder. Gerçeklik dediğimiz şey değişikliğe uğrayarak edebi eserin içine girmiş ve hayatın gerçekliği ile sanatın gerçekliği çakışmıştır.[9] Sanatın gerçekçiliği, hayatın gerçekçiliğinin bir yansıması olduğunu bir kez daha belirtelim. Kurgunun da beslendiği ana kaynak, gerçekliktir. Fakat bu kaynaktan beslenirken, kendi kuralları olan farklı bir dünya oluşturmak da yine kurgunun görevidir. Bir bakıma yazarın görevidir. Her yazılı metin bir ilk kelime, satır, cümle ile bir son kelime, satır, cümle arasında varolur, ilkinden sonuncusuna onları sıraya koyan, yazarın kendisinden başka biri midir?[10]

Romanın olmazsa olması, hayat suyu diye de ifade edebileceğimiz kurgu üzerine bir giriş yazısı niteliğinde sayılmasını istediğim yazının sonuna geldik. Edebiyat ve roman üzerine düşüncelerimi tek bir yazıda toplamanın imkânsızlığını yaşamakla birlikte, parça parça, belki benzer başlıklarda, birçok kez bölümler halinde yazarak aktarma niyetindeyim. 

Sözün özü;

Kurgumuz hazır, bölümler de belli zaman aralığıyla sizlerle olmaya devam edecek…


  • [1] Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken Neşriyat, İstanbul:2015, s.20. (Mehmet Tekin, sözün sahibinin Stevick olduğunu belirtiyor.)
  • [2] Tekin, a.g.e., s.42.
  • [3] Tekin, a.g.e., s.71.
  • [4] Umberto Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Can Yay., İstanbul:2017, s.123.
  • [5] Tekin, a.g.e., s.77.
  • [6] Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur, İletişim Yay., İstanbul:2016, s.18.
  • [7] Paul Auster, Yazı Odasında Yolculuklar, Can Yay., İstanbul:2007, s.41.
  • [8] Aytaç Ören, Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 2, öz.
  • [9] Ören, a.g.m., s.157
  • [10] Enis Batur, Kitap Evi, Sel Yay., İstanbul: 2017, s.29.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz