Atatürk
Atatürk

Hulûl İnancı ve Klasik Türk Şiirinden Örnekler

Hulûl; “bir cismin başka bir cisme girmesi, sızması, iki şeyin birleşmesi” anlamlarına gelir. Bu düşünceye sahip olan Hulûlîler; ruhun bedenden ayrıldıktan sonra bir başka bedene dahil olacağını düşünürler. Bazı Hulûlîlere göre; kul maddî unsurlarından sıyrıldığı zaman Allah o kula hulûl eder. Hallâc-ı Mansûr bu görüşü savunanlardandır ve bu duruma örnek olarak da Hz. Meryem’in evladı Hz. İsa’ya Allah’ın ruhu nasıl hulûl etmişse, tüm maddî unsurlardan temizlenen her kula Allah’ın hulûl edebileceğini söylemiş ve şeriata aykırı bu söylemleri sebebiyle de çok şedit bir şekilde idam edilmiştir. Hallâc-ı Mansur; “Allah’ın hulûl ettiği kulun tüm fiillerinin tamamıyla Allah’ın fiilleri olacağını” söyler.

İslâm felsefesinde hulûl, Tanrı’nın insan vücuduna girmesi, dahil olması suretiyle kulun Tanrılaşması şeklinde izah edilir. Bu inanç İslâm akidesinin temel prensiplerine ters düşen bir anlayıştır, bâtıl bir görüştür. “Hulûl” yanında bir de “ittihad” tabiri vardır. İttihad; Tanrı ile insanın birleşmesidir. Şer’î hükümlere sadık kalan İslâm âlimleri tarafından bu anlayışa sahip olanlar da tenkit edilmiştir. Bu ulema vahdet-i vücûd görüşünde ileri gidenleri de aynı sınıftan kabul etmişlerdir. Buna karşın vahdet-i vücûdu savunanlar bu yargıyı reddetmişlerdir. Çünkü hulûl ve ittihad görüşleri Tanrı ile kulu iki farklı varlık kabul etmektedir. Aksine vahdet-i vücûdcular Tanrı’dan başka bir varlık kabul etmemektedirler.  Hurûfîlik inancında ise Tanrı’nın Fazlullah Esterâbâdî’ye tecelli ettiği savunulmuştur. Bir kısım Alevî-Bektaşîler de Tanrı’nın önce Hz. Muhammed sonra Hz. Ali daha sonra ise Hacı Bektaş-ı Velî’ye tecelli ettiğini savunmuşlardır. Bu durum özellikle Alevî-Bektaşî nefeslerinde gözlemlenmektedir.

Hulûl inancı bazı heterodoks zümrelerde görülmekle birlikte ilk defa animistik dinlerde ortaya çıkmıştır. Daha sonra ise asıl önemini Hinduizm ve Hıristiyanlıkta kazanmıştır. Heterodoks İslâmî zümrelere ise bu dinlerden geçmiştir. Aynı zamanda eski Mısır, eski İran, Grek ve Eskimo kavimlerinin yaşadığı bölgelerde ve Zerdüşt inancının hakimiyet alanında yaygınlık kazanmıştır. 

Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi dolayısıyla; zamanla tahrif olan Hıristiyanlık inancının önde gelenlerinin Hz. İsa’ya ilahlık payesi vermelerine sebep olmuştur. Bu savın bir benzeri de Alevî-Bektaşîlerde ve bazı aşırı Şii mezhep ve meşreplerde de görülmektedir. Hz. Ali’nin imameti meselesini bambaşka boyutlara taşıyan bu zümreler nihayetinde Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den daha üst bir makamda bulunduğunu ve adeta Allah’ın bir tecellisi olduğunu savunmuşlardır. Bu durumu Alevî-Bektaşîlerin ilahileri mahiyetinde olan nutuk, nefes, deyiş ve düvazdeh imamlarında da görmekteyiz.

Bir de tenâsüh inancı vardır. Bu inanç da hulûl gibi eski Çin, Hint ve Yunan dinlerinin etkisi ile bir kısım Müslümanlar arasında yayılmış ve Ortodoks İslâm’ın temel prensipleri ile uyuşmayan bazı tasavvufi zümreler, içerisinde mistik öğeler barındıran birtakım zümrelerce benimsenmiştir. Bu zümreler Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yahut Ortodoks İslâm olarak adlandırılan akidenin dışında kalmışlar ve umuma ziyadeli tesir edememişlerdir. Tenâsüh inancına göre; insan bu dünyada kemâle ermezse ölünce ruhu yine bir insan bedenine girip yeniden dünyaya gelir. İkinci defa dünyaya gelişte eğer insan olacak kabiliyette değilse derecesine göre bir hayvanın bedenine bürünür. Eğer buna da lâyık değilse bitki yahut cansız varlık olarak dünyaya gelir. Sonra gıda yoluyla cansız varlıktan bitkiye geçer, bitkiyi hayvana dönüştürür ve hayvandan insan çıkarıp tekrar insanlık mertebesine ulaştırır. Bu geçiş asırlarca sürebilir. Bu yüzden tenâsüh düşüncesine sahip olanların ahiret inancına sahip olmadıkları görülmektedir. Bu durum Sünnî zümrelerde bulunmaz, Şia’nın ise bazı uç fraksiyonlarında bulunmaktadır.

Yukarıda tafsilatlı bir şekilde anlattığımız hulûl ve tenâsüh inançlarının etkileri Dîvân şiirinde de görülmektedir. Klasik Türk Edebiyatı her ne kadar Ehl-i sünnet akidesinin hâkim olduğu bir bölgede doğmuş ve yayılmışsa da bu dönemde verilen eserlerde Ortodoks İslâm’a ya da Ehl-i sünnete aykırı, İslâm şeriatı nezdinde hoş karşılanamayacak bazı unsurlar bulunmaktadır. Bir edebi eser ne kadar ferdî olursa olsun yine de sosyal ve kültürel tarafları vardır. Her edebî eserde hem içinden çıktığı milletin kültürünü hem de onu meydana getiren şahsın dünyasını görmek mümkündür. Bu bağlamda edebî eserin ortaya çıkışında şairin kendi dünyasına ait unsurların yanında yaşadığı toplumun yaşamına ait birçok kültürel unsur da etkili olmaktadır. Bu kültürel unsurlar bütün milletlerde bir sözlü geleneğe dayanır. Bu sözlü gelenek zamanla yazılı edebiyata kaynaklık eder ve yazılı edebiyatın önemli kaynaklarından biri haline gelir. Bu nedenle bir toplumun yazılı edebiyatında o toplumun kültürüne ait unsurların bulunması kaçınılmazdır. İçinde yaşadığı toplumun kültürüyle şekillenen şairler ve yazarlar da ister istemez temsilcisi oldukları toplumun deyimlerine, atasözlerine, geleneklerine, inanışlarına kısacası yaşam şekline ait her unsuru eserlerinde kullanacaklardır. 

Klasik Türk Edebiyatının geliştiği saha Ortodoks İslâm inancına sahip insanların ağırlıklı yaşadığı bir bölge olmakla birlikte bugünkü terminoloji ile “Halk İslâmı”, “Tekke İslâmı”, “Heterodoks İslâm” ya da “atalar kültürünü devam ettiren, eski dinlerinden ve milli kültürlerinden kalan birtakım inanç ve uygulamaları henüz tam anlamıyla terk etmemiş ya da edememiş zümrelerin İslâmı”, “kozmopolit bir coğrafyada yaşayan ve eski medeniyetlerin beşiği sayılan bir bölgede meskûn bulunmalarından dolayı farklı kültürlerden etkilenen zümrelerin İslâmı” o toplumun içinden çıkan ediplerin eserlerine de yansımıştır:

Cism-i vâhid olalım dermiş o cân-pâresine
Korkarım şeyh dahi oldu hulûlî-mezheb

Atâi

Mânâ: Canının parçasına yek-vücud olalım dermiş. Korkarım ki şeyh dahi Hulûlî inancına inanır oldu.

Hulûlî’nin azâbı dûzâhîlerden de müşkildir
Olur “merkeb gelirsem” havfı anda ânbeân hâdis

İzzet Molla

Mânâ: Hulûl mezhebinde bulunanların çektikleri vicdan azabı cehennemde yananların azabından daha müşkildir. Çünkü; “öldükten sonra yine dirilirim de eşek olarak dünyaya gelirim” korkusu onların kalbinde her zaman kendini gösterir.

Ben bilmez idim gizli, âyân hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihân hep sen imişsin

Senden bu cihân içre nişân ister idim ben
Âhir şunu bildim ki cihân hep sen imişsin

Molla Câmî

Mânâ: Ruhlarda ve bedenlerde görünen, görünmeyen bütün varlıkların kül hâlinde Hazret-i Allah’ın kudretinin bir tecellisi, gizli açık her ne varsa o’nun varlığının delilleridir. Belirti, iz aramanın gerekmediği, zira iki cihanda var olan her şeyin sonsuz kudret sahibinin birer nişânesinden ibarettir.

Görüldüğü üzere Hulûlî inancından bahsedilen beyitler yalnızca bu inancı benimseyen edipler tarafından değil aynı zamanda bu inancı ve mensuplarını tenkit edipler tarafından da kaleme alınmıştır.

KAYNAKÇA

  • DEMİRCİ, Kürşat. Hulûl, DİA. c. 18, s. 340-341, İstanbul: 1998.
  • ELVERDİ, Ezel. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi / Devirler / İsimler / Eserler / Terimler, c.6, Dergâh Yayınları, İstanbul: 1982.
  • ONAY, Ahmet Talât. Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, Kurgan Edebiyat Yayınları, İstanbul: 2000
  • PALA, İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları, İstanbul: 2017.
  • YAVUZ, Yusuf Şevki. Hulûl, DİA. c. 18, s. 341-344, İstanbul: 1998.
  • YEKBAŞ, Hakan. Klasik Türk Şiirinde Bazı Halk İnanışları, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 20, sy. 1, s. 155-184, Elâzığ: 2010.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz