Atatürk
Atatürk

XV. ve XVII. yüzyıl Osmanlı Tasavvuf Metinlerinde “Minnetsizlik”

Ger fakîruz sûretâ ma‘nîde sultânlar bizüz
Bendeyüz ammâ ki âzâd eyledik mevlâmuzı

Nesîmî

Günümüzde, tevhidi; “Allâh’tan özge varlık kabul etmemek” ve/veya “Oluşta Allâh’tan gayrısına pay düşürmemek” manası ile telakki ettiklerini sözü ya da yazılı olarak ifade edenlerin; âlemin manevi iktidarını gavslık, kutupluk ve benzeri rütbeler ile ellerinde tuttukları iddiâsını “mevcut oldukları” her yerde “görünür” kılanların davalarındaki samimiyetin cetvelini nerede aramalı? Sûfîler kalemi ellerine aldıkları ilk yüzyıllardan itibaren tasavvuf ehli imiş gibi yapanları sahih dervişlerden tefrik etmek amacı ile birçok mümeyyiz vasıf sıraladılar ve gerçek mürşitlerin hayatlarının iç ve dış cephelerine işaret ettiler. Bu umdeleri tasavvuf ya da sûfî kelimelerinin yüzlerce tarifi arasına serpiştirilmiş olarak da görmek mümkündür. Manâ ehli olduklarını söyleyenlerin bu meyandaki en büyük imtihanlarından birisi; aslında “zıll ü hayâl” yurdu olarak gördüklerini öne sürdükleri âlemin zâhirini idare eden maddî iktidar sahipleri karşısındaki tavırları idi. Bugün dahi öyledir. Çünkü sûfî kelimesinin “sûf-yün” iştikâkinden geldiğine dair en makbul görüşün işaret ettiği bir mana, bu kisvenin delâlet ettiği az ile yetinme ise; sûf giymenin diğer manası sûfîlerin kendilerini ipek ve sırmalar içinde endâm edip kayserlere benzemeye başlayan idareci seçkinlerden  ayırt etme isteği idi. Ayrıca; onlara göre “Bir kimsenin imanın hakikatine vasıl olabilmesi için yeryüzünde korkulan hiçbir şeyin kalmaması” gerekliydi. Eğer bir toplumda en büyük maddî otorite iktidâr ise; ondan dahi korkmamak gerekiyordu. Bugün dahi öyledir. Bir şeyden korkulduğu demde söz konusu korkuyu insiyâkî olarak maddî ve manevi alışveriş takip edecektir. Örneğin; hışmından korkulan bir sultandan hediye kabul eden kişi, böylelikle kendisini güvende hissedecek ya da sultana itaatte hiç kusur etmeyecektir. Beklediğini Allâh’tan bekleyen, ufacık bir şeyi dahi Allâh’tan başkasından istemeyi O’na ortak koşmak olarak gören gerçek sûfîler ise böyle yapmayacaklardır. Yapmadılar. Bugün azı böyledir. 

Örneğin; XV. Yüzyıl’da Rumeli topraklarında ateşlenen ve yüzyıllar boyunca bu toprakların her kesimden insanın baktığı mücerret gökte rengârenk şulesi ile asılı kalan  Muhammediyye’nin sâhibi Yazıcızâde Muhammed Efendi’nin ihtişâmlı eserinde geçen bir sahne vardır ki ilk dönem sûfîlerinin kavram haritasını birkaç beyit içinde suhûletle remz eder. Muhammed Efendi’nin eserini nazmettiği devir, Sultân II. Murâd devridir. Sultân, sarayında şâirleri, ulemâyı cem etmeyi ve onlarla sohbeti pek sever. Devletin yüce eşiğine varan şâirler aynı kapıdan çıkarlarken hiç şüphesiz elleri boş dönmezler, atıyyeler alırlar. Muhammed Efendi’nin eserini okuyan yârânı da kendisine gelip;

Dediler çün kitâbın budur yâr / Ki görmedi onun mislini deyyâr [kimse]

 İlet onu ‘Acem sultanına sen / Veyâ sultân-ı Mısr eyvânına [köşk, kasır]

 Veyâ ilet onu Sultân-ı Rûma / Murad ibni Muhammed Hân-ı Rûma”, derler.

Yazıcızâde Muhammed Efendi ki kendisine Gelibolu’da deniz kenarında bir mağaracığı evcağız edinmiştir ve dünyâ metâını elinin tersi ile silmiştir, böyle bir teklifi kabul etmez. Ona göre padişah kapısı güvensiz kapıdır, kapanabilir. Asıl kapı ise kapanmayan kapıdır. Celâl sıfatını kuşanmışların heybeti ile zikri geçen teklifi yapan arkadaşlarına şöyle haykırır:

Benim yok mu kapım kon bu figânı / İletsem ne ona bu armağanı

 Dediler kapı kimin kapısıdır / Ayıttım kim Muhammed tapısıdır [huzur, kat]”

Muhammed Efendi’nin arkadaşları hâlâ iknâ olmamışlardır. Sanki günümüzün “sen dünyalığına bak; o ayrı, bu ayrı” diyen “içten seküler” dindarların sözleri XV. yüzyılda da görünmektedir:

“ Dediler ol kapı ukbâyiçindir / Sana dediğimiz dünyâiçindir

Muhammed Efendi için ise dünyanın da ukbânın da anahtarı hakîkât-i Muhammediyye neşvesinin sahibi Muhammed Mustafâ (s.a.v) elindedir, noktayı koyar:

Dedim dünyâyı ukbâyı muhakkak / Ebu’l-Kaasım kapısından verir Hak[1]

Makam ve mevki sahiplerine tuttukları yer nazarı ile bakmamak ve minnetsizlik, gerçek tasavvuf erbabının kesret kabul etmeyen kalplerinin ameli olarak tarihe böyle yazılmıştı. Bugün azı böyledir. 

Muhammed Efendi’nin Muhammediyye’sini XVII. yüzyılda Ferahu’r-rûh adı ile şerh eden İsmâil Hakkı Bursevî ki tıpkı eserini şerh ettiği şûleli zât gibi eserleri ile çağları “necm-i sâkıb”casına delmiş geçmiştir; gerçek sûfînin iktidâr sahiplerine karşı tavrını, bu sefer Hakk namına “korkusuzluk” remzi ile adı geçen şerhinde zikreder. Sultan IV. Mehmed devrini idrâk eden Bursevî, şerhinin bir yerinde takvâ ehlinin dünyevî gösterişlere mesafeli olmasının lüzumundan bahsederken konuyu Sultan IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) Dolmabahçe’de inşâ ettirdiği ihtişamlı kasra getirir: 

 “İslâm’ın bayındırlığı, başka herhangi bir şey ile değil, dinin esasları ve apaçık şeriatın hükümleri iledir. Bundan da anlaşılmaktadır ki padişahlar iç ve dış hallerinde takvâya uymalıdırlar. Yoksa sadece debdebe ile dünyâ düzeni sağlanmaz. Günümüzde IV. Mehmed’in İstanbul Dolmabahçe’de yaptırdığı sağlam ve koca kasır hakkında ” Bu binâ, Padişahımızın kâfirlere karşı bir heybet ve debdebe göstergesidir”, diyenler yanlış yapıyorlar. Çünkü İslâm’a aykırı işlerle koşarcasına meşgul olmak dünyâda düzensizliğe sebep olur.”[2]

İsmâil Hakkı Bursevî’yi kıtalarda nâmı yürüyen bir sultâna karşı bu kadar korkusuz kılan haslet, tevhidi; sırf lisân ile “Allâh demek” olarak telakki etmeyip; O’ndan özgesinden talep etmemek, O’ndan gayrısına minnet etmemek ve O’nun hatırını bütün hatırların üzerinde tutmak olarak da anlamaktan başka nedir ? Bugün azı böyledir. 

“Varlığa sevinmeyip, yokluğa yerinmeyenlerin” temsil ettiği beklentisizlikten yükselen mana bulutlarının yağdıracağı yağmurun, suya kandırmayacağı çorak toprak yoktur. Varlığı tadınca “düğün var dediler, göğe merdiven kurduk geldik” diyerek “sevindirik” olanların; yokluk anlarında Hristiyanların “teslis”inin karesini alacak kadar kapı, mecra ve ilâh edinenlerin ise kendilerinden başka kandıracakları yoktur.

Manânın iktidarının maddenin muktedirlerine râm olduğu zaman âhir zaman değil ise eğer; âhir zaman ne zamandır?

Soracak birini bulursanız, lütfen haber veriniz.


[1] Metinde geçen beyitler için bkz.: Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediyye, Yay. Haz. Amil Çelebioğlu, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2018, s. 842.

[2] “İslâm’ın imâreti erkân-ı dîn ü ahkâm-ı şer’-i mübîn iledir, gayr ile değildir. Bundan işâret vardır ki pâdişâhlara takvâ-yı zâhir u bâtın gerektir. Yoksa yalnız ihtişâmla salâh-ı ‘âlem olmaz. Pes Sultan Muhammed râbi’nin bizim günümüzde İslambol’da Dolmabahçe nâm mevzı’da binâ ettiği kasr-ı müşeyyed, sarây-ı ‘azîm hakkında “pâdişâhımızın kefere vü fecere gözlerine mâ bihî’l-heybe ve’l-ihtişâmıdır”, diyenler hatâ ettiler. Zîrâ ahlâf-i şer’-i şerîf ümûra tasaddî etmede ihtilâl-i ‘âlem vardır.” İsmâil Hakkı Bursevî, Ferahu’r-rûh, C. I, İstanbul, Bosnevi el-Hâc Muharrem Efendi Matbaası, 1294, s. 281.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz