Atatürk
Atatürk

Tarihimizde Aydın Sınıfının Oluşum Serüveni

Eğitim, insanlık tarihi boyunca önemli bir ihtiyaç olmuştur. Tarihî süreç içerisinde farklı ihtiyaçları karşılamayı gaye edinen eğitim, insanlığın “aydınlanma” sürecinin nüvelerini meydana getirmiştir. Birer yapboz parçasını andıran bu nüveler ise, dönemin mütefekkirleri tarafından değerlendirilip müşterek paydada birleştirilmişlerdir. Parçadan bütüne doğru hareketlilik gösteren aydınlanma serüveni de bu minvalde gerçekleşmiştir. Böylece insan, daha önceki dönemlere nazaran, kendisini merkeze alan ve ânı değil, süreci kurtarmayı amaçlayan bir varlık hâline evrilmiştir.

Peki, kurtarılması amaçlanan süreç; kim tarafından, nasıl kurtarılacaktır?

Aydınlanma sürecinin akabinde yaşananlar, pek çok tarihî olay ve olguyu vücuda getirdiler. Avrupa’nın giderek güçlendiği ve büyük servetleri elinde tutan bir grup zümrenin yükseldiği bu süreçte, dünya ikiye ayrılmıştı: istediği her şeyi elde etmeye muktedir olan zenginler ve zenginlerin isteklerini gerçekleştirecek olan yoksullar… Merkantilist ve akabinde kapitalist politikalar benimseyen ve insanlara karşı kötü emeller besleyen zengin zümre, aydınlanma felsefesini de kendi perspektifinden ele aldı. Zengin zümre nezdinde “denek” olarak ifade edilen yoksullar ise, yaşayarak veya ölerek bu zenginlere hizmet etmekle vazifeliydiler. Yapmış olduğumuz bu çıkarım XVI. asırdan beri süregelmiş ve eğitim de, bu adâletsiz durumdan nasibini almıştır.

Kendilerini dünyanın efendisi olarak gören “aydınlanmış” zümreler, az evvel ifade etmiş olduğumuz düzeni kurmak için hummalı çalışmalara giriştiler. Yapılan çalışmalarda fark ettiler ki; birbirinden farklı özellikleri bünyesinde barındıran toplumlar, bu zümrelerin faaliyetlerine karşı değişik seviyelerde direnç gösterdiler. Pek tabiî olan bu durumu ekarte edebilmek adına sinsi planlar ve kapsamlı araştırmalar yapmak, onlar için tek çıkar yoldu. Bunu kolayca idrak eden “aydınlanmışlar” hedef tahtasına koydukları bölgeleri ve o bölgelerde sâkin olan toplumları irdelemeye başladılar. Tarih, din, sosyoloji, psikoloji, ekonomi, sağlık ve farmakoloji gibi alanlarda yapılan çalışmalar, toplumların tanınması hususunda kullanıldılar.

Peki, ya nasıl kullanılıyorlardı?

Tarih, din, sosyoloji ve psikoloji gibi alanlar vâsıtasıyla toplumların mânevî hatları çizilmekteydi. Sağlık ve farmakoloji ise, toplumları hastalıklara ve ömür boyu kullanılacak ilaçlara mahkûm etmekteydi. Bu çatışmayı başlatan ve alevlendiren asıl sebep konumundaki ekonomi ise, zikrettiğimiz bu sistemi çalıştıran en büyük çarkı oluşturmaktaydı.

Hümanizm sözcüğü bağlamında insanı merkeze alan aydınlanmış zümre, insan hayatını her şeyin üstünde tutmaktaydı. Dünyada var olan bütün güzelliklerin insana âit olduğunu her fırsatta dile getirmekteydi. Herkesin gözünün önünde yardım faaliyetleri, hayırlı açılışlar yapmaktaydı. Yaptıkları sözde yardımlar ise, her bir ferdin medeniyet ve insanlık açısından önemli bulduklarını göstermekte idi. Fakat gerçekler, bu kadar toz pembe değildi! Toz pembe atmosfer içerisinde yukarıda ifade etmiş olduğumuz bilimsel faaliyetleri de sürdüren zümre, bu sâyede, kirli emellerini perdelemiş oluyordu. Oldukça ciddî bir gölge ustası olan bu zümrenin faaliyetleri, özellikle mânevî açıdan hayatî anlam ifade eden sinir merkezlerinin etkisiz hâle getirilmesi idi. Ve bu noktada tarih, din, sosyoloji ve psikoloji yoluyla eğitim sisteminin çökertilmesine ihtiyaç doğmaktaydı.

İnsan ve toplum yapısına göre her şey, içerisinde bulunulan ortama göre değerlendirilmektedir. Zira kendisine âit hissedilen ortam, icra edilmesi tasavvur edilen tutum ve davranışların rahatlıkla vücuda getirilmesine zemin hazırlamaktadır. Fakat hümanizm, insan merkezcilik gibi romantik isimlerle piyasayı evirip çeviren zengin sınıf, kendine âit özellikleri bünyesinde barındıran toplumlardan hazzetmez. Bu sınıfa göre tek tip kültür olmalı ve bu kültürün ihtiyaçları da kendileri tarafından giderilmelidir. Böylelikle, farklı farklı ülkeleri sömürme zahmeti otomatikman ortadan kalacak ve “tek dünya devleti” gibi uçuk-kaçık bir yapı, zaman içerisinde kendiliğinden oluşacaktır. İnsanları bir nevi robota dönüştürmeyi amaçlayan -fizikî olarak olmasa bile ruhen bunu amaç edindikleri kesin- gözü paradan ve makamdan başka bir şeyi görmeyen bu güruh ise, zikrettiğimiz emelleri gerçekleştirmek için eğitimden daha güzel bir araç bulamayacaktır. Bu gerekçeyle; medeniyeti götürmek aşkıyla yanıp-tutuştukları(!) coğrafyaları önce tanıyacaklar ve hemen akabinde de o coğrafyalarda siyasî varlık gösteren ülkelerin eğitim sistemlerine sızacaklar. Dünyanın hemen her bölgesinde yaptıkları bu sızma harekâtı, ne yazık ki, Türk maarifinde de kendisini göstermekten geri durmayacaktı.

Batı zihniyetinin büyük mümessili olan bu zengin güruh, Osmanlı coğrafyasını en büyük hedef olarak görmekte idi. Er meydanında uzun müddet Osmanlı mağlûbiyeti almış olan bu kodamanlar, yaşadıkları trajediler nedeniyle, dünya savaş tarihinin daha etkili yollarını kullanmaya meyletmişler ve istihbarat ile eğitim alanlarında teşrik-i mesai yapmaya başlamışlardır. XVI. asrın sonlarından itibaren iç ve dış kaynaklı olmak üzere tedricen güç kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, XVII. asra kadar bu çöküntünün üzerinde fazla durmayacaktır. XVII. asra gelindiğinde ise, çöküntünün ciddiyetini gören Osmanlı yöneticileri, büyük atılımlar yapmak için çaba harcamaya karar verdiler. Yenileşmenin ilk adımı da belli idi: Uzun müddettir devleti zor duruma düşüren askerî teşkilât… Ordu özelinde birbirini müteakip yaşanan gelişmeler esnasında, Avrupa ile Osmanlı arasında birtakım yakınlaşmalar meydana gelecekti. Askerî eğitim noktasında yavaş yavaş başlayan bahse konu yakınlaşmalar, II. Mahmud’un ıslahatlarıyla sıkı-fıkı bir hâle bürünmekten geri durmayacaktı.

Böylece, tarihimizdeki sahte aydınların yetişmesine giden zemin, kendiliğinden oluşmuş oluyordu.

I. Mahmud Devri’nin köklü reformları, Osmanlı-Türk modernleşmesinin en önemli kilometre taşlarındandırlar. Devlet teşkilâtı ve içtimaî düzen hususunda önemli adımlar atılan bu dönemde, değiştirilmesi gereken bu yapılar için ciddî bir eğitim faaliyeti de başladı. Özellikle askerlik ve tıp alanlarında verilen eğitimler, Anadolu insanının Avrupa ile entegrasyon sürecini hızlandıran türdendi. Hatta modern olarak addedilen üniforma ve kılık-kıyafet uygulamaları da bu entegrasyonu sağlamanın birer katmanını oluşturmaktaydı. Avrupa ile temas kurulmasının gerekliliği üzerinde ciddî surette duran devlet yönetimi, eğitimin daha modern olması için, Avrupa ile öğrenci trafiğine yeşil ışık yakmayı uygun buldu. Bu hususta, Avrupa’yı yakalamak ve muasır medeniyet seviyesine çıkmak, asıl amaçtı. Okutulan müfredatın; derslerde kullanılan kitapların, eğitimin temel unsurları olan hoca ve talebenin modern düzene göre revize edilmesi asıl amaca uygun olan adımlardı. İçerisinde bulunulan sorun ve sorunun giderilmesine yönelik çözüm yolları belli olmasına rağmen içtenlikle yanıtlanamayan bir soru vardı ki, dönem idarecilerinin akıllarını kurcalamaktaydı: Avrupa’nın maarifini mi, kültürünü mü, yoksa her ikisini birden mi özümseyelim? İşte, daha sonraki süreçte yaşanacak olan sorunların asıl kaynağı da, bu soruya verilen yanlış cevaptı…

Osmanlı-Avrupa uyum çalışmalarının sürmekte olduğu dönemde, birtakım aydın zümreleri zuhur etti. Süreç içerisinde peyderpey çoğalmakta olan aydınlar, az evvel aktarmış olduğumuz soruyu kendilerince yanıtladılar. Yanıtlar içerisinde dört farklı grup var iken, bu grupların iki tanesi liderliğe oynamaktaydı. Tahmin edilebileceği üzere; “Avrupa’nın maarifini alalım” diyenler ile “hem maarifini ve hem de kültürünü özümseyelim” diyenler, kaptan köşkünün çekişmesindeydiler. Bununla birlikte, “sâdece kültürünü özümseyelim” diyen ve benliğini, özünü tamamen kaybetmiş olan bir zümre de bulunmaktaydı. Fakat öyle bir zümre vardı ki, yerine göre Osmanlı, yerine göre elit bir “İstanbul beyefendisi” konumuna bürünen insanları bünyesinde barındırıyordu. Dördüncü olarak zikrettiğimiz bu zümre, “kendisinde olmayıp Batı’da olan iyi yönleri kendi toplum yapısına göre uyarlamayı” düstur edinen ve bunu maarif ve kültür olmak üzere iki alanda da yapmayı hedefleyen Tanzimatçılardan oluşmaktaydı. Merhum Ahmed Cevdet Paşa (1823-1895) gibi önemli sîmaları bünyesinde barındıran dördüncü grup, atılacak olan her türlü adımın Osmanlılara lâyık olması ve Osmanlılar tarafından özümsenmesi çabasındaydı. Yetiştiği memleketi kendi tarihî gerçeklikleriyle geliştirmenin yolunu arayan aydınlarımızın meydana getirdikleri bu düstur, akıl ve mantık dâiresinde değerlendirildiğinde gayet mantıklıydı. Zira Avrupa’dan paket hâlinde alınan her türlü yaşayış ve kültürel öge Osmanlı toplum yapısına uymayacaktı. Velev ki uydu diyelim, bu etkileşimden nasıl bir sonuç elde edilecekti?

Yâni, neredeyse her açıdan Avrupalılara benzeyen Osmanlılar, tıpatıp benzerlikten ne kazanıp ne kaybedeceklerdi?

Dünyayı yönetmeye tâlip olan zengin zümre, bütün ilişkilerini kâr-zarar denklemi üzerine kurar. Sâdece artı ve eksinin bulunduğu denklemde, insan ve toplumların özellikleri -bu denkleme hizmet ettikleri müddetçe- önemli değildir. Osmanlı aydın sınıfının içerisinde bulunduğu buhran ve bölünmüşlük ise, zengin zümrenin eline büyük bir koz vermiştir. Kendi moda ve teşkilâtını ilericilik ile bağdaştırıp sunan bu zümre, karşısında tek bir güçle karşılaşmıştır. Maddî ve manevî açıdan eksiklerini tamamlarken özün kaybedilmemesini savunan aydınlar, bu gücün tam kendisidirler. Bir mikrobun kanda yayıldığını fark eden akyuvarlar gibi kültürel sızmaya karşı hemen reaksiyon gösteren bu aydınlar, Batılıların birincil hedefi durumuna gelecektirler. Zira hayat dâhilinde bu kadar güçlü olmalarının yegâne sebebi olan para ve sermaye, yerli aydınların şedit bir şekilde karşı çıktıkları aldatmaya ve câzip kılmaya dayalıdır. Bu gerçek karşısında sükûnetini bozan Batılılar, ülke içerisindeki diğer gruplardan kendilerine yakın olan aydınlarla temasa geçerler ve yerli aydınlar ile büyük bir çatışma başlatırlar. Ülke içerisinde çıkan çatışmanın tarafları ise, yine ülkenin kendi evlâdıdır. Fakat arkadaki gizli medeniyet eli ise, kendisini “kutup yıldızı” yapmış olan gruba her türlü desteği vermekten kaçınmayacaktır. Böylece, yerli aydın sınıf da türlü eza ve cefaya maruz kalmaya mahkûm olacaktır.

Bir ülkenin çöküş evresine girişi, yerli aydın sınıfının çöküşüyle mümkündür. Bu gerçek ise, çok kısa süre içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nda hissedilmiştir. Çünkü Avrupa ile entegre bir çalışma içerisine giren Osmanlılar, XIX. asır içerisinde -özellikle II. Mahmud Devri’nden itibaren- bu çalışmalarına ivme kazandırdılar. Zikredilen tarihî süreç içerisinde Avrupa’ya öğrenci gönderimi artarak sürmüş, yabancı devletlere ait okullar Osmanlı’da cirit atmaya başlamış, çeşitli Avrupa dillerine rağbet artmış ve dolayısıyla, ciddî nispette kültürel bozulmalar yaşanmıştır. Ülke içerisinde bunlar yaşanırken, “ülkedeki akyuvarlar” olarak adlandırdığımız yerli aydın sınıfı da türlü teşebbüsler vâsıtasıyla itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. “Geri kafalı”, “modası geçmiş”, “ülkeyi batıran asıl neden” gözüyle bakılmaya başlanılan bu aydınlar, maddeten ülke içerisinde ve mânen de Avrupa’da yaşayan Osmanlı aydınları tarafından topa tutuldular. Yerli aydınların işi oldukça güçtü. Zira, ülkenin çeşitli vilâyetlerinde her geçen gün sayıları artarak faaliyet gösteren misyoner okulları, yerli aydınların karşısına dikilecek olan “sahte aydın” sınıfını yetiştirmekteydi. İlâve olarak, Avrupa’nın farklı bölgelerine “ilim ve irfan” edinmek maksadıyla gönderilen öğrencilerimiz de bu faaliyetlere bulaşmaktan imtina etmediler. Bir “Osmanlı” olarak gittikleri Avrupa’da, -bilerek veyahut bilmeyerek- Avrupalıların amaçlarına hizmet eden ve Avrupa’dan “geri kalmış Osmanlı’ya” seslenen “fertler” hâline büründüler. Böylece, ülkesinin ve milletinin değerlerini savunan ve kendine has reçeteler hazırlanmasını uygun bulan yerli aydınlar, azınlıkta kaldılar. Ortada gözle görülür bir Avrupa tahakkümü varken ve her şey apaçık meydanda iken, itilip-kakılan aydın tabakaya sâhip çıkılmadı. Bilâkis, devletin açmış olduğu kurumlarda (mahalle mektebi, rüştiye, idadî, sultanî vs.) yetişmiş Anadolu evlâdı da -tıpkı Avrupa’da yüksek tahsil görenler gibi- bu tabakaya vurmaktan geri durmadı. Öyle ya, büyük ölçekli mücadelelerde kazanan ve büyük bir hayran kitlesi elde eden taraf, râkibini bastıran taraftı.

Peki, azınlığın çoğunluk tarafından tahakküm altına alındığı dönem, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tarihe mi karıştı?

Malûm olduğu üzere, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e pek çok miras kaldı. Kalan mirasın bir kısmı iyi yönde iken, bâzı kısımları da kötü yaşanmışlıkları bünyesinde barındırmaktaydı. Meselâ, maarif teşkilatlanmasının taşraya kadar yayılmasına yönelik teşebbüsler iyi yöndeki mirasa delâlet ederken; XIX. asrın maddî ve manevî açıdan çöküntü içerisinde bulunan “sahte aydın” sınıfının güçlenerek devam etmesi ise, kötü yaşanmışlıkların esintisini sunmaktaydı. Ne yazık ki bu acınası durum, günümüze değin varlığını koruyacaktı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz